22 Eylül 2009 Salı

Bir gün iyi olursam “KANSERİ NASIL YENDİM diye uzun bir hikaye yazacağım

AĞZIMDA 5 ADET TAZE KABAK ÇEKİRDEĞİ’NİN
KOKUSU

Şaika Günsel Tuğrul
 


Bir gün iyi olursam “KANSERİ NASIL YENDİM” diye bir uzun hikâye yazacağım. Çünkü roman yazmaya gücüm yok… benim hikâyem, bu konuda yazılmış olanlardan değişik. Çünkü bütün bu hastalar kanseri; ona güç veren sevenlerinin, yakınlarının ilgisi ile yendiklerini anlatıyorlar… benim ise kimsem yok.
    Hastane odasında tavana bakarak düşünüyorum. Bütün arkadaşlarım otuz beş, kırk , kırk iki yıllık. Kiminin beli ağrıyor, dizi tutmuyor. Kimi de bu dünyadan çekildi. Aile büyüklerim ise; çoktan sonsuzluktaki yerlerine yerleşti.
    Ben ise düşünüyorum;
    Uzun hikâyemin adı ne olsun diye…
    Evet, buldum:
    Sevgili hemşirenin kıramayıp verdiği beş adet taze kabak çekirdeği’nden yola çıkıp;        
    “ AĞZIMDA TAZE KABAKÇEKİRDEĞİ’NİN KOKUSU” olacak hikâyemin adı…
    Biliyor musunuz bu ne kadar değerli?
    Çünkü;
    Şu an boğaz vapurundayım. Çekirdek çitleyip, kabuklarını köpüren denize atıyorum…
    Sonra ;
    Tam Yeni Cami önünde kuşlara yem verirken, küçük cam muhafaza içindeki çekirdekleri ölçekle satan delikanlıyı görüyorum.
    Ne zevk!..
    Ya elimde çekirdek külâhıyla, Kapalı Çarşı’daki kuyumcuları seyredişimi; istekle özlemle, gözlerim kamaşarak. Ayaklarımın dibindeki  kabak çekirdeği kabuklarına basarken…
    Ama artık çok iyi anlıyorum, hangisinin daha değerli olduğunu… elbette ışıltılı dünyanın pırıl pırıl altınları değil.

    O beş adet kabak çekirdeği’nin kabuklarına kurban olayım ben!..
    İnşallah iyi olurum da; kocaman bir külâh kabak çekirdeği yerim, köprüden boğazı seyrederken…
                                 
*                 *                 *
                                     
ADIM SESLERİ

    Saat 18:55. Koridordan akseden ışık odamı biraz aydınlatıyor.
    Bakıcının gelmesini dört gözle bekliyorum.
    Yedide gelecek, ışıkları yakacak, sohbet edeceğiz. Günün yalnızlığı son bulacak. Sevineceğim…
    İşte, koridorda adım sesleri var, gittikçe yaklaşıyor. Aferin ona. Tam zamanında geldi.
    Adım sesleri kapının önünden geçip gidiyor. O değilmiş.

    Gönlüm ardından sürükleniyor.
    Bekliyorum…
    Hemşire Hanım tansiyonumu ölçüyor…
    Bekliyorum…
    Serum değişiyor…
    Bekliyorum…
    Güler yüzlü hemşireler de olmasa..
    Ve bir an için çok eskilere, gençlik günlerime dönüyorum.
    O zaman da adım seslerini beklerdim, uykudan baygın düşünceye kadar..
    Ben gündüz çalışırdım; tiyatro sanatçısı eşim; matine- suare gece…
    Çoğu zaman görüşemezdik. Cep telefonları da olmadığı için, hafta içi hep mektuplaşırdık.
    Uyuya kalmadığım zamanki, merdivenlerden çıkan adım sesleri ne tatlıydı, bir aşk senfonisiydi sanki… hemen yatağımdan fırlar, kapıyı açıp boynuna sarılırdım.
Sonra sıcacık yatağımızda, başımı göğsüne yaslayıp, huzurlu bir uykuya dalardım, saçlarımı   okşarken..
    Sana sitemim var sevgilim…
  
    Saat 19:30 olmak üzere..
    Bakıcı görünürlerde yok.
    Kulağım adım seslerinde..
    Geç kaldı…
    Tanrım gelsin artık!.
    İşte yine adım sesleri. Topuklarını sert sert yere basıyor…
    Bu defa… kesin geldi. Seviniyorum.
    Yanılmamışım..
    Odam aydınlanıyor.
    Bakıcım “ OF!..” diyerek , kendini çift kişilik koltuğa atıyor. O gün yaşadığı stresli olayları, kızıyla tartışmalarını noktasız virgülsüz anlatıyor.
    O boşalıyor,
    Ben doluyorum…
    Daha sonra yemeğini yiyor, “televizyonu açıyor.”
    “Hiç yoktan” diye düşünüyorum., “televizyon beni oyalar.”
    “- Neşeli bir kanal bulalım.”
    “-Yooo!”  diyor. “-Bir haftadır bekliyorum, kurtlar vadisini seyredeceğim!”
  çaresiz öbür yana dönüyorum…
    “KURTLAR VADİSİ” hiç seyredemediğim, yalnızca ticari amaç güden, asap bozucu bir dizi..
    Sesleri duymamak için kulaklarıma kağıt havlu parçalarını tıkıyorum.
     “Bir uyusam, bir uyusam!” diye Allah’a yalvarıyorum.
    Karar veriyorum; bu akşam, bakıcının son gecesi olacak.. Onu kırmadan göndermenin bir yolunun bulmalıyım…
    Sonra;
    Etlerim lime lime; “KURTLAR VADİSİ” nde,  daha doğrusu “KURTLAR SOFRASI” nda uykuya dalıyorum…

                                      *                 *                 *

                                               ANNEM                                 

     12-13 Yaşlarındaydım. Bir derse çalışmadım mı, okula gitmek istemezdim. O gece Allah’la pazarlığa girişirdim: “ Ne olur Allah’ım; azıcık ateş , azıcık
                                                                                               Annem ve Ben

tatlı bir kırgınlık, yeter… Ağrı falan olmasın ha, canım yanmasın.” Gerçekten de ertesi, sabah hafif bir kırıklıkla uyanırdım. Annem elini alnıma koyar; “- Ateşin var. Bugün okula gitme.” derdi. Yastıkları sırtıma yerleştirir; bana bol limonlu, bol şekerli sıcacık bir bardak ıhlamur getirirdi.. Yatakta zevkle gerinirdim. Öğleyin de yine bol limonlu, bol maydanozlu pirinç çorbası getirdiğinde:
“-üzerine bol karabiber serptim. Bu seni terletecek, soğuk algınlığın terle birlikte çekip gidecek.”  Derdi. Sonra önüme arkama havlu koyardı. Gerçekten terlerdim. Annem havluları alır, çamaşırlarımı değiştirirdi. Küçük bir kedi yavrusu gibi ona sokulurdum. Annem alnıma bir öpücük kondururdu. Mırıl mırıl sesler çıkarır, adeta miyavlardım.
    Ah o günler!..
    Anneciğim nerdesin? Cennetin hangi katındasın? Seni çok özlüyorum, belki çok yakınımdasın. Ama ben… Ama ben… Alnımda hafif bir rüzgar esiyor.. yoksa sen misin anneciğim, alnıma öpücük konduran?..
    Yatakta büzülüyorum. Uyumaya çalışıyorum…
    Ne çabuk öğle olmuş.
    Yemek geliyor.
    Bakıyorum; çorba, patates püresi,muhallebi.. Hiç birini içim çekmiyor.tepsiyi ayakucuma doğru itiyorum..
    Sonra öğreniyorum ki,refakatçilere mantı verilmiş. Mantı bana yasak değil ki. İçimdeki on iki yaşlarındaki çocuk uyanıyor.
    Hıçkıra hıçkıra ağlayarak: “- Mantı isterim! Karnım aç! Mantı isterim!” diye feryat ediyorum.
    Hemşire Hanım koşturarak geliyor. Derdimi öğrenince, şöyle bir yüzüme bakıyor. Sonra çekip gidiyor…
    “-Hah işte, kızdırdım onu.”  diye düşünüyorum. Ama biraz sonra Hemşire Hanım elinde bir tabak mantı ile geliyor. “-Al bakalım küçük kız.” diyor.
“-Yasak değilmiş. Yiyebilirsin.” Ama yiyip yiyemeyeceğimi merak ediyor olmalı ki, başımda bekliyor.bir tabak mantıyı zevkle mideye indiriyorum… Tatlı bir rehavet çöküyor üzerime. Kıvrılıp yatıyorum. Hemşire Hanım sırtımı örtüyor..Alnımda hafif bir rüzgar esiyor.Hemşire Hanım’a bakıyorum, gülümsüyor.
    Gözleri annem gibi sıcacık bakıyor..
    Huzurlu bir uykuya dalmak üzereyim.
    Göz kapaklarımın içinde on iki yaşlarında bir kız çocuğu, neş’e içinde ip atlıyor…

                                      *                 *                 *
                                    
                                                PRANGALAR                                                 

    Hastane odasında yalnızım. Televizyonu da açmadım, canım istemiyor. Öğleden sonra 2. Kemoterapinin ilk günü. Üç gün üst üste yapılacak. Tedirginim. Sarsıyor çünkü.
  Hemşire Hanımlar arada bir ateş, nabız, tansiyon, ilâç için uğruyorlar ama her dakika benimle olamazlar ki. Kocaman bir bölüm burası. Deli güllabiciliği yapacak halleri yok ya! Hasta çok. Ama öyle plânlı programlı hareket ediyorlar ki, bütün hastalara yetişiyorlar.                                                             12 yaşım

    Tavana bakarak düşünüyorum… Hatıraları ve sevdiklerimin hayallerini çevreme toplamak istiyorum.
    Yazdıklarım  artık “Beş adet taze kabak çekirdeği’nin kokusu” olmaktan çıktı.
    Peki, ne oldu? Bilmiyorum…                         
Yine gerilere doğru gidiyorum…                                        
    Biz hayvansever bir aileyiz. Annem- babam öğretmen. Ben evin tek çocuğuydum. Biraz suskun, biraz içe dönük… Hatırlıyorum da yedi yaşlarındaydım. Evimize bir kedi geldi. Onu çok seviyordum ama.. bir gün
                                                                                             Annem,Babam ve Ben

kuyruğunu çektim, o da benim elimi tırmalayıp kanattı.Sonra yok oldu kedicik, benim de neşem kaçtı. Mahsunlaştım. Tek çocuk olmanın yalnızlığına yeniden gömüldüm.
    Bir gün babam elinde bir kafesle geldi. İçinde bir kanarya vardı. Kafes salonda bir yere asıldı. Babamla ona kıvırcık salata veriyor, yiyişini seyrediyor; ötüşleri, yem yiyişi, banyo yapışıyla neş’eleniyorduk. Daha sonra bir kuş daha getirdi babam. Kafesteki tek kuşun yalnızlığına dayanamamıştı.
    Aradan aylar geçti…
    Yine bir gün babam eve, bu kez kocaman bir kafesle gelip onu salonun bir duvarına sıkıca, beş altı çivi çakarak astı. İçine onlarca kuş koydu. Babam işi abartmıştı. Artık salonda koca bir kuşhane’miz vardı… Ev kuş sesleriyle dolup taşıyordu… Yemlerini salonun her yerine saçıyorlar, banyo yaptıkları zaman halıları, koltukları ıslatıyorlardı.. Bir tane değil ki, onlarca kuştular.. Üstelik yumurtadan yenileri de çıkıyordu.
    Annem hafiften homurdanmaya başlamıştı. Bir gün dayanamadı, sesi yükseldi.
    Evde ne kuş, ne de kuşhane kaldı…
    Üç kişilik ailemiz yeniden sessizliğe gömüldü…
    Aylar geçiyor, ben büyüyordum…
    Okulumuzdaki derslerle, çocukça şiirlerle zamanım geçiyordu. Yalnızlığa o kadar alışmıştım ki, pek arkadaşım yoktu. Suskunluğumu ve içe dönüklüğümü üzerimden atamamıştım.
    Yine bir gün babam eve, kocaman bir paketle geldi. Ambalajını açıp, salonun köşesine koydu. İçine yumurtalar dizdi. Nemini, suyunu, ısısını ayarlayıp onlara dikkat etmemi söyledi. “-Bu ne baba?” dediğim zaman da, onun bir kuluçka makinesi olduğunu, bir süre sonra içinden sarı sarı civcivler çıkacağını anlattı.
     Sevinmiştim…  
    20 gün müydü, şimdi pek hatırlamıyorum; o süreyi heyecan ve sabırsızlıkla geçirdim…
    Gerçekten minik, sarı civcivler çıktı. Yere gazete kağıdı yayıp, haşlanmış yumurta sarılarını ufalayıp, parmağımızla gazeteye PAT PAT vurarak ( Sanki anneleriymiş gibi) çevremize topluyor, parmağımızın yakınında yem yemelerini sağlıyorduk. Bazen de parmağımı gagalıyorlardı. Neş’eli kahkahalar atıyordum.
    Muhteşemdi!..                                                             

    Civcivleri elime alıyor, okşuyor, seviyordum. Kaçmıyorlardı.
    Ama gün geldi büyüdüler, palazlandılar.
    Bir gün kafesten kaçırdık onları. Tutamadık.                    Babam ve Ben
                                                                                           
    Kuş gibi salonun her tarafında uçuşuyorlardı. Üstelik kirletiyorlardı da…
    Ter içinde kalmıştık
    Birden kapıda annemi gördüm…
    Karikatürlerdeki gibi saçları diken diken olmuş, gözleri yuvalarından fırlamıştı.
    Napolyon edasıyla bağırdı:
    “YA BEN, YA ONLAR!”
    Ertesi gün evde ne kuluçka makinesi, ne de tavuk kaldı.
    Salon baştan aşağı yıkandı, temizlendi.
    Tek çocuk olmanın yalnızlığı, yeniden beni bulmuştu.
    Böylece; aradan yıllar geçti…
    Artık on dört yaşıma geliyor, genç kız oluyordum…
    27 Ağustos, Başak burcunun günü…
    Annem pasta almış, üzerine mumlar dikiyordu.. Aynada son kez kendime baktım.. Yeni alınan kabarık etekli pembe elbisem, çok yakışmıştı.
    Hâlâ toz pembe rengi çok severim…
    Akşam olmak üzereydi. Babam bir arkadaşıyla geldi.
    Arkadaşının kucağında bembeyaz, küçücük, hareketli bir şey vardı. Doğum günü armağanımmış.. Bir köpek yavrusu.. Kucağıma verdiler. Çok sevimliydi. Havalara uçtum.
    Küçük oğlanın adının TONY koyduk..
    O kadar iyi arkadaş olmuştuk ki, evde saklambaç, bahçemizde kovalamaca oynuyorduk..
    Yalnızlık bitmişti.
    Aradan aylar geçti.
    Tony giderek büyüdü, büyüdü; dev gibi bir şey oldu. Evimizde ne bulsa parçalıyor, annemin bahçedeki çiçek saksılarını kırıyor, her yanı talan ediyordu. Artık babamla tasmasını takıp gezmeye de götüremiyorduk. İkimizi birden sürüklüyor, düşmekten beter ediyordu. Öylesine güçlü ve özgürlüğüne düşkündü ki boyunduruğa (tasma diyemeyeceğim, hafif kalıyor) isyan ediyordu.. Tony meğer rus kızak köpeğiymiş.
    Onun özgürlüğe olan ihtiyacını ancak bugün boynuma takılan kataterle ( ben pranga diyeceğim) ilâçlara, serumlara bağlı olduğumda anlayabildim..
    Sevgili Tony; seni babam arkadaşının çiftliğine gönderdiğinde aylarca ağlamıştım. Bu gün düşünüyorum da, iyi ki göndermiş.. Prangalardan uzak, çiftlik arazisinde gücünün yettiğinde koşarak; esaretten uzak, özgürce yaşadın…
    Seni ancak şimdi anlıyorum…

    Ve aradan;                                                                 
    Yıllar, yıllar, yıllar geçti..
    Fazla detaya girmek istemiyorum.
    Annem- babam İstanbul’da hâlâ. Ben ise Ankara’dayım. Çok sevdiğim bir işim, Kavaklıdere- Güvenevler’de küçük, şirin bir dairem var.
                                                                                             Annem ve Babam
    Ve evliyim..Çok sevdiğim, çok saygı duyduğum bir sanatçıyla..
    Çok mutluyduk. Bu sevgi ve mutluluk hiç bitmeyecekti, bitmemeliydi.. Ama ameliyatların ilki daha evliliğim birinci yılında gelip beni buldu. MİYOM... Artık çocuğum olamazdı.. Özverili olmalıydım. Özverili olmak bana düşüyordu..
    Neyse..
    Sonra aramıza ülkeler, kilometreler ve uzun yıllar girdi.. Bir deli rüzgâr bizi savurdu, götürdü. Sevgimiz bitmedi ama koptuk.
    Türkiye’ye döndüğü zaman onu gördüm. Saçları beyazlamış, adeta çökmüştü. Ama bir yönden mutluydu, çocukları vardı. Tanıştırdı... Onu rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun.. Yalnız Allah’ın 365 günü dururken, o bir tek günde bu dünyadan ayrıldı; benim doğum günümde. O günden beri hep aynı yaştayım, doğum günlerimi kutlayamıyorum..
    Yeri gelmişken iş hayatımdan da söz etmek istiyorum ; prangalarla ilgisi olmasa da...
    Ankara Radyosun Tiyatro bölümünde Oyun Yazarı, dramaturg olarak çalışıyorum. Yani yazarların bölüme gönderdiği metinleri okuyup değerlendirmek, kabul ya da red etmek görevim. Karşımda oda arkadaşım yazar Vasfi Uçkan oturuyor. O da dramaturg. Yan odada sevgili İsmet Üner Hanım. Müdiremiz. Tatlı-serttir, çalışanı sever. Bazıları ona “Korkunç Yenge” adını takmıştır. Yan odada Prodüktör arkadaşlarım sevgili Ayfer Alpay, Nurnisa Tuğrul.. Sonra efektörlerimiz Rahmetli Ertuğrul İmer, Metin Macun, Mehmet Turgut; Radyo Tiyatrosu, Çocuk Bahçesi, Arkası Yarın adlı programların belkemiği arkadaşlarım.. Radyonun şımarık kardeşi Televizyon doğuncaya kadar Radyo bir numaraydı... Bir okuldu. Birçok sanatçı yetişti orada. Ama ne yazık ki o şımarık çocuk radyoyu ikinci plana itti.. Kaliteden çok şey yitti,gitti.
    Canım yanıyor!..

    Konuyu çok dağıttım. Oysa prangalardan söz edecektim. Daha öncede sözünü ettim ama biraz açıklamam gerekiyor. Kollarım yasaklı, bacak damarlarım kemoterapi ilâçları yüzünden daraldığı için kan vermeye ve serum almaya uygun değil. Bu yüzden boynumdaki damara katater takılıyor. Ben ona pranga diyorum. Hayvanların boynuna takılan tasma ve boyunduruk da benim için pranga artık. Çünkü tasma, boyunduruk sözcükleri bana çok hafif geliyor.
    Oysa pranga!..
    Prangalar forsaların ayak bileklerine takılır; çok acıtır, kanatır, can yakar ve özgürlükleri kısıtlar. Ama ben bunu yeni yeni anlıyorum.
    Neyse; kaldığım yerden devam edeyim..

    Karlı bir şubat günüydü. Radyodan eve dönüyordum. Kuğulu Parkı geçmiş, eski Çankaya Sinemasının önüne gelmiştim. Karların arasında bir şeyin hareket ettiğini fark ettim.eğilip avuçlarıma aldım. Mini mini bir yavru köpekti. Kucağımın sıcaklığında uyuyakaldı.
    Aldım, eve getirdim. Süt verdim.
    Ertesi günü canlandı, yerinde duramayan ateş gibi bir şey oldu. Adını “ATEŞCAN” koydum.                                                                                                    
                                                                                              
     Artık bir amacım vardı. İşten çıkar çıkmaz bir bekleyenim olduğu için hiç oyalanmadan eve geliyor, Ateş’i alıp gezmeye götürüyordum. Seymenler parkına gidip koşuyor, bol bol yürüyorduk.
    Prangası boynundaydı. Kendi başına koşmak istese çekiştiriyor, yanımda yürümesini, ancak benimle koşmasının istiyordum. Beni o kadar çok sevdi ki, sessizce özgürlüğünden vazgeçti. Çok pişmanım Ateş kızım; çok geç ama, senden özür diliyorum.                         Ateşcan ve Ben     

    Akşamları ben bir metin ya da kitap okurken iki kişilik kanepeye çıkıp yatıyor, sürekli yüzüme bakıyordu. Ben de onun dizimdeki başını okşuyordum. Sanki bana : “-Senin birçok ilgi alanın var, benim için ise, yalnızca sen varsın.” Der gibiydi. Sevgili Ateş; seni çok sevdim. Oysa senin sokaklarda bolca gördüğümüz sokak köpeklerinden hiç farkın yoktu. Zaman zaman arkadaşlarım takılırdı: “-Senin asil sokak köpeğin nasıl?;” diye. Sokak köpeği olmuş, ne fark eder… Sevgi görünüşe bakmaz ki.. benim hatırım için özgürlüğünden vazgeçmiş, prangaya katlanmıştı. Bana dolu dolu sevgi vermişti.
    Tam 16 yıl yalnızlığımızı paylaştık.
    O acı günü anlatmaya gücüm yok.
    Sonra..
    Bir gül ağacının altında, bir kucak papatya ile ebedi uykusuna yattı..
    Geceleri uyuyamıyordum.       
                                                                                                 
    Yalnızlık buz gibi yapışıyordu tenime.
    İş yerinde hayalet gibiydim.
    Bir gün Başkanım Altan Kınal beni çağırdı.
    “-Şaika, ikinci oğlumu kaybettiğimde çok acı çektim. O yüzden seni çok iyi anlıyorum. Ne zamanki bir oğlum daha dünyaya geldi; yitirdiğimiz oğlumuzu unutmadık ama acımız azaldı. Benim sana tavsiyem hemen bir köpek al.”
    “-Asla Başkanım, asla almam.” Diye cevap verdim.        Ateşcan 15 Yaşında

    Ama yaş günümde arkadaşlarım süslü, küçük bir sepet tutuşturdular elime, kapıdan içeri girer girmez. Sonra salona geçip oturdular. Merakla bana bakıyorlardı.
    Acaba sepetin içinde ne vardı?.
    Yanlarına oturdum. Sepet dizlerimin üzerindeydi. Kırık dökük; “-Niye zahmet ettiniz? Doğum günümün ne önemi var?” diye mırıldandım.. Onlar gülerek “-Hadi aç sepetin örtüsünü.” Dediler.
    Örtüyü çektim ve gözlerime inanamadım. Elim kadar küçük, beyaz, pembe karnı havada, sırtüstü yatmış, minyatür bir yavru köpek uyuyordu sepetin içinde.
    İlk tepkim dehşete kapılmak oldu.
    Hayır! İstemiyordum onu!..
    “-Pekalâ, aldığımız Pet Shop’a iade ederiz” dediler.
    Sepetin içinde öyle yalnız, öyle çaresiz, öyle muhtaç bir hâli vardı ki… Karnını okşadım. Gerindi. Küçük bir insan yavrusu gibi arka ayaklarını zevkle birbirine vurdu. Parmaklarımı tutmaya çalıştı. Bir buçuk- iki aylık olmalıydı. En ihtiyacı olduğunda, para hırsı yüzünden anneciğinden koparılmıştı..
    İkinci tepkim acımak oldu.
    Onu geldiği yere gönderemezdim. Ona da “ATEŞCAN” dedim.
    Damlalıkla süt içirdim. Sevdim, okşadım… Beni annesi belledi.. Kaybettiğim Ateşcan gibi değildi. Ağırbaşlı idi. Giderek ona CANCAN demeye başladım.
    Altı aylıkken ona konserve mama aldım. Tabağına koydum.. Önce kokladı, sonra ağzına kocaman bir lokma alıp “puf” diye suratıma fırlattı.. O oldu, bir daha ona hazır mama almadım. Pirinç, havuç, kabak ve çok az kıyma ile ona özel mama pişirdim.                                          
                                                                                            
    Cancan hâlâ minyatür bir köpekti ama, büyüdükçe güzelleşti. Üstelik güzelliğinin de farkındaydı. Meğer Maltız terrier imiş. Elizabeth Taylor’un köpeği cinsinden.. beyaz uzun tüyleri, uzun saçları vardı. Renk renk saç tokları takıyordum başına. Hiç kımıldamadan saçlarının taranmasını, kurdelelerinin takılmasını
                                                                                               Prenses Cancan
bekliyor, sonra da sokak kapısının yanına gidip, beni bekliyordu.
    Tabii ki prangası yine boynundaydı. Seymenler parkına gidiyor, tasmasını çıkarıyor, oradaki sahipli köpek arkadaşları ile oynamasını istiyordum. Ama o; oturduğum banka çıkıp oturuyor, benim gibi çevreyi seyrediyordu. Havlama huyu ise hiç yoktu. Yanından bir erkek köpek geçecek olsa, kırıtmaya başlıyor, ama asla yüz vermiyordu. Bütün davranışlarında (kırıtma hariç) beni taklit ettiğinin farkına vardım. Bunu doktoruna sordum; Veteriner Doktor:
“-Karşısında bir ayna varmış gibi sizi görüyor ve size benzediğini düşünüyor.” Dedi. Düşünüyor ha! Demek onlarda içgüdüden daha fazla bir şeyler var.. Bende bunu hissediyordum ama inanamıyordum. Cancan yaptıklarıyla beni iyice inandırdı.. Artık onu çok seviyor, üzerine titriyordum. Yalnızca sevmek değildi bu, güzelliğine ve huyuna hayrandım. Bana öylesine bağlıydı ki, parkta bir ağacın arkasına saklansam; panikliyor, titreyerek sağa sola koşturuyordu. Bunu yalnızca bir kez denedim… Kışlık ve yazlık olmak üzere çeşit çeşit  elbiseler yapıyordum ona. Giymeye bayılıyor, salına salına ortalıkta dolaşıyordu.
Kim ne verirse versin asla yemezdi. En sevdiği yemeği sokakta bulsa ya da en sevdiği yemek ona sokakta verilse, asla yemezdi. Koklamazdı bile… Asaletinin farkındaydı.
    İlk göğüs ameliyatı olduğum yıllardı. Hastaneden eve dönüşümde hep pencerede oturup dışarıyı seyrettiğini fark ettim. Apartman komşum sokakta bir hanımın köpeğini gezdirdiğini, bu arada Cancan’ın ağladığını söyledi. Veteriner Doktor Hanım köpeğiyle pencerenin önüne geldiğinde biri içerde, biri dışarıda ağlıyor, çırpınıyordu.. kızım aşık olmuştu. Sonrada dost olduk ama, o günlerde Zerrin Hanıma kızıyordum; çünkü “-Ameliyatlıyım, uğraşacak hâlim yok.” Dediğim halde, her gün köpeği Paris’i pencerenin önüne getiriyordu.
    Huysuz kaynanalar gibi Cancan’ı çeşitli, cins köpeklerle tanıştırıyor. Annesine kızdığım için, Paris olmasın da kim olursa olsun diyordum. Ama o kimselere bakmıyor, yakışıklı Paris’i istiyordu, benim güzel Helena’m.. İnatlaşmamız bir yıl sürdü.
    Karlı bir şubat günü, ağlaması canıma yetti, bahçeye açılan camlı kapıyı ardına kadar açtım.
    Cancan bahçeye fırladı, Paris bahçe duvarını aşıp içeri girdi. Sanki insandılar; romantizmi doya doya yaşadılar… artık Zerrin Hanım’la iki anne olarak ne kadar kızsak da, o dönemde nezaket çerçevesi içinde selâmlaşıyorduk. Sonra Cancan’ın dört yavrusu oldu. İki kız, iki oğlan. Bolonez terrier ile Maltız terrier yavruları; bembeyaz, melez ve türlerinin asaletini taşıyan yavrular… Paris her gün geliyor; annesi getirmese bile o kaçarak geliyor, yavruları tek tek yalıyor, Cancan’ı sevip okşuyordu. Onlar bir aile olmuştu. Aralarındaki ilişki hayvansal değildi.
    Küçükler giderek büyüdü.
    Cancan’ın; peşinde yavruları, gururlanarak “öyle bir yürüyüşü vardı ki; hâlâ gözlerimin önünde… Küçük bir apartman dairesinde beş köpeğe bakamazdım. Sağlığım da buna engeldi.. Cancan’a fark ettirmeden, teker teker üç aylık olan yavruları arkadaşlarıma vermeye başladım. Ama o sayılarını biliyordu sanki. Evin içinde arıyordu onları.. Allah’ım, biz insanlar çok acımasızız. Vicdan azabı çekiyordum. Yüreğim sıkışıyor, parça parça oluyordu…
    Son yavru kaldığında bavulumu hazırladım, arabaya koydum. Karı-koca arkadaşım o saatte arabanın yanına geldiler. Yavruyu onlara teslim edip, Cancan’la arabaya bindik, yazlığımıza doğru yola çıktık. Direksiyondaki ellerim titriyor, acı çekiyordum.
  “-Yazlıkta oyalanır.” Diye düşünerek kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Ama , yaz süresince canıma okudu orda… yemek yemiyor, söz dinlemiyor, evde; bana arkasını dönüp öyle oturuyordu. Sahilde yedirdiğim tavuk etlerini de eve gelince çıkarıyordu..
    Üzüntüden üç kilo verdim…
    Zamanla bebekleri unuttu, ya da unuttu göründü yavrucağızım. Aramızda güçlü bir bağ vardı. Sanki insandı ve gerçekten kızımdı.       
                                                                                             
    Onun tasmaya ihtiyacı yoktu. Sokakta da evde de yanımda ayrılmamaya özen gösteriyordu. Sanki o bir prensesti.. her hareketi ölçülü ve zarifti. Normal konuşsam bile anlıyordu. Zaman zaman onunla dertleşirdim. Aradan üç saat de geçse dinlerdi. Sanki daha önceki yaşamında insandı.. Onu anlatmaya sayfalar yetmez.
                                                                                                  Cancan ve Ben

    Yıllar geçti.. On beş buçuk yaşına geldi. İkinci göğüs ameliyatımı geçirdim.. Beni hastanede beş gün zor tutabildiler. Evde yalnız kalmamıştı ama, bensizliğe dayanamamıştı. Sık sık soluk alıyordu. Nefesi daralıyor, öksürüyordu.. Veterinerlik Fakültesine götürdüm. Kalp krizi geçiriyordu. Solunum cihazına bağladılar. Bensiz yapamaz diye yalvardığım halde beni yanına almadılar.. Kuralların Allah cezasını versin!.. kalp krizleri üst üste gelivermiş.
     Yanaklarım yine ıslandı..
    Güzel kızım yatak odamın penceresinin önünde yatıyor. Aslında yüreğimde yatıyor.
    Yokluğuna dayanamıyordum.
    Gecenin bir yarısından sokaklara fırlıyor, ağlayarak, bağırarak deli gibi saatlerce koşuyordum. Oğlum gibi sevdiğim; görgülü, saygılı ve aslında çok iyi bir ailenin çocuğu olan apartman görevlimiz Hüseyin Pendik psikolojimin hiç de iyi olmadığını görüp; tıpkı Cancan’a benzeyen bir köpek yavrusu getirdi bana. Ama gözüm hiçbir şey görmüyordu. Barsaklarım geriliyor, spazm yapıyordu. Üstelik kusmaya da başlamıştım.
    Yıllarca sanatçı kadrosunda, bareme tabi olmadan sigortalı çalıştığım için, Gazi Üniversite hastanesine gidemiyordum. Acilen Numune Hastanesine kaldırıldım. 1. klinik Şefi Süleyman Hengirmen  tarafından 1 Barsak düğümlenmesi” teşhisi kondu. Hemen ameliyat olmalıydım. Kafamdaki “Numune Hastanesi” imajı hiç de hoş değildi. Bu yüzden beni Gazi Üniversite Hastanesi’ne göndermesi için Doç. Dr. Süleyman Bey’e çok yalvardım. Ama kurallar vardı, olmadı. Bu yüzden; “çocuğunun beğenilmediğini gören bir baba” gibi doktor beyin gönlünün incindiğini hissettim. Oysa çok iyi bir doktordu. Başka kentlerden adını duyup ona ameliyat olmak için gelen hastaları vardı. Ön yargılı davrandığım için beni bağışlamasını isterdim.
    Numune Hastanesine gelince; çok şaşırdığımı söylemeden geçemiyeceğim.. Asistan doktorlar güler yüzlü, ilgili, çalışkandılar. Koridor ve odalar her gün siliniyor, tozlar alınıyordu. Odalarda televizyon da vardı.. Yemekler ise mükemmeldi. Ara öğünlerde mevsim meyvaları veriyorlardı. Kalabalıklığı ve ana kapıdaki; hastalara ve hasta yakınlarına sürü muamelesi yapan, onları itip kakan korumaların dışında her şey mükemmeldi. Düşüncelerimdeki o kötü imaj silindi.
    Ameliyatım başarılı geçmişti ama doktor açıkladı…
    Güzel prensesim giderayak bana iyilik yapmıştı. Karnımda sinsice yayılmaya başlayan kütlenin  varlığının ortaya çıkmasını sağlamıştı. Güzel kızım, yattığın yerde rahat uyu…
     Bu kütlenin alınabilmesi için bu kez Gazi Üniversite Hastanesinde yeniden ameliyat edildim. Çünkü artık sevk işlemleri kalkmıştı.. Ama ne yazık ki kütlenin alınabilmesi mümkün değilmiş. Hayatım tehlikeye girebilirmiş.
    Şimdi kemoterapi ile eritmeye, içimdeki o canavarı öldürmeye çalışıyorlar.. İnanıyorum ki doktorlar ve ben onu yeneceğiz. El kadar küçük kütle ile mi başa çıkmayacağız yani! Benimle uğraşmak neymiş, görür o canavar!..
    Bir buçuk ay hastanede kaldım. 1. Kemoterapi yapıldı.. 2. Kemoterapi’den beş gün sonra, yirmi bir günlük ara için eve çıktım. Çok halsizim. Başım dönüyor. Sarhoş gibi sağa sola yalpalıyorum. İyi ki ilk günlerdeki bulantı yok.
1 Kasım’da yeniden hastaneye yatacağım, 3. kemoterapi için…
    O beş adet kabak çekirdeği’nin değerini öyle iyi anladım ki..
    Ama bu hastalık insanı, elinde olmadan gelip buluyor… belki de Çernobil olayı etkili oldu. Çünkü bu vak’alar süratle artıyor.

                                      *                 *                 *
                  
      KEMOTERAPİ

    3. Kemoterapi için yeniden hastaneye yattım. Daha önce bir buçuk ay yattığım odayı ayırmışlar. O kadar sevindim ki.. Onkoloji hastasının ruh hâlini çok iyi anlıyorlar. Garipsemeyeceğim, yabancılık çekmeyeceğim. Gece yanımda kalması için, bir arkadaşımın yakını gelecek; Semra. Genç bir kız. Edebiyat öğretmeni. Ne yazık ki bu kadar okuduğu halde mesleğini yapamıyor. Çok iyi anlaştık onunla.. Çok sevdim..
    Üzerimde yarın başlayacak olan üç günlük kemoterapi’nin gerginliği var. Boynuma yine KATATER, benim tabirimle PRANGA takılacak..
    Tekerlekli sandalye ile beni Yoğun Bakım Ünitesi’ne benzeyen bir yere indirdiler. Kaçıncı kata indiğimizi şimdi tam hatırlamıyorum. Ama korkuyorum, çok korkuyorum.
    Bekleyiş başlıyor..
    On beş dakika, yarım saat, neredeyse bir saat olacak.. gelen giden yok. Bir tansiyon hastasını, gerilim içinde bu kadar bekletmek; olacak iş değil.. Tansiyonumun yükseldiğini, ağzımın kuruduğunu, başımın ağrımaya başladığını hissediyorum..
    Aklıma Kurban Bayramları geliyor.
    Tıpkı kurbanlık koyun gibiyim.
    Bayramlarda onları süslerler..
    İnsanlar eğlenirken, onlar bekleşirler. Sonlarını düşünüp anlarlar mı acaba? Eminim hissederler. Hüzünlü meleyişlerinden belli değil mi?.. sonra bıçak altına yatarlar…
    İşte geldiler nihayet!.
    Beni yatağa yatırdılar, boynumu açtılar.”-Üzeriniz kan olabilir, örtü koyuyoruz” dediler. Sanki sıradan bir iş yapıyorlardı. Sanki ellerinin altında bir kadavra vardı.
    İşlem başladı…
    “-Uyuşturduk” dedikleri boynum acıyordu..
    Zavallı koçlar da böyle mi acı çekiyorlardı acaba?Çaresizlik korkunç!.
    “Rahat nefes alın” diyorlardı.
    “Siz benim yerimde olun da, rahat nefes alın görelim.”  Dediğimde, moral verecekleri yerde, “-Allah korusun!” cevabını alıyordum. Daha önce iki kez katater takılmıştı. Ama bu kadar acı duymamıştım.
    “-Anestezi az geldi galiba” dediklerinde kendimi “deneme tahtası” gibi hissettim. Katater’i boynumun tam oynak yerine taktıkları için de, her kımıldayışımda acıyor. Çaresiz, kemoterapi süresince buna katlanacağım. Üç gün.. Yani yetmiş iki saat. Bir şey değil. Sen ne acılar çektin Şaika, buna mı dayanamayacaksın!? Dayanacaksın!.. Düşün ki, bütün bu işlemler, tedaviler içindeki canavarın ölmesi için. Dayan! Yeneceksin onu, hem de tek başına! Sen tek tabanca bir cengâversin! Ailelerinin sevgisi, ilgisi, bakımı ile bir hastalığı yenmek marifet değil!.. Yooo! Haksızlık etmeyeyim; bu hastalığı çekenler için o da hiç kolay değil, akrabaları, bakanları olsa bile… Ama kemoterapi’nin etkilerini; dayanacak bir omuz bulamadan yaşamak, ancak çok güçlü insanların harcı.. Demek ki ben güçlüyüm. Evet, ben güçlüyüm!..

    3. Kemoterapi’nin ilk günü serumlar takıldı, ilâçlar verildi. Her şey iyi gidiyorken birden bulantılar başladı. Yattığım yerde poşetlerin içine, boyuna çıkarıyordum. Köşeye sıkışmış kedi gibiydim. Beni bu hâle getiren ilâcı; tırnaklarımı çıkarıp tırmalamak istiyordum ama, ne mümkün!.. süt dökmüş kediye dönmüştüm. Sonra hemşire hanım geldi, prangamdan bir ilâç yaptı. Midem ters- yüz olmak üzereyken bulantılar kesildi… Gece uykusuz, ama nispeten rahat geçti.. bugün 3. Kemoterapi’nin ikinci günü. Doktorların gelmesini bekliyorum. Onlar gelince prangama yeniden serumlar takılacak.. Önce kokteyl sonra ilâç.. Yine bekleyiş başladı. Haydarpaşa garında treni bekleyişim gibi. Sanki İstanbul’dan Ankara’ya döneceğim…
    Sevinçliyim..
    Her ne kadar Yahya Kemal; “ Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü severim.” Demişse de; ben İstanbullu olduğum halde, Ankara’ya dönüşü daha çok seviyorum.
    Ben BOĞAZ çocuğuyum. 16-17 yaşlarındayken kız arkadaşlarımla, mayolarımız içimizde; Rumeli Kavağı’ndan, Yenimahalle’yi de geçip Sarıyer’e kadar yürürdük. Hem de dağ yolundan.. MARŞLAR söyleyerek.. Çam ağaçlarından dökülen çam fıstıklarını toplayarak; bağıra çağıra, güle konuşa..
    Şimdi ise; bu yaşımızda, yanımızda erkek de olsa, gidemeyiz. Güvenli olmaz.
    Ah! Ben çocukluğumdaki İstanbul’u arıyor, özlüyorum. Çünkü bu şehir benim çocukluğumun İstanbul’u değil artık..
    İstanbul’da, İstanbul’u bulamıyorum. İşte bu yüzden ben İstanbul’un Ankara’ya dönüşünü seviyorum.
    Bugün Pazar. 3. Kemoterapi’nin son günü… İlâçlar verilecek. Bunu da atlatırsam, yarın beni 23 Kasım’da dönmek üzere eve yollayacaklar…
    Evim, evim; güzel evim!..
    Saat 20:15. 3. Kemoterapi’nin son günü bulantısız, rahat geçti.. Kendimi iyi hissediyorum. Dilerim yarın sabah evime gidebilirim…

                                      *                 *                 *

                                               DOSTLAR 

    Yirmi günlük ev istirahatinden sonra 4. Kemoterapi için yeniden hastaneye döndüm.  Bana alışık olduğum 1331 Numaralı odayı ayırmışlar yine.. Sağolsunlar.. İlk günüm kan alınması, akciğer röntgeni, kalp elektrosunun çekilmesi ile geçti. “GEÇTİ” kelimesi tartışılabilir. Çünkü kalp elektrosu için gittiğim odada pencereler, Kasım sonu olmasına rağmen açıktı. İçerisi buz gibiydi. “ÜŞÜYORUM” dediğimde; “-Odanın havalanması gerekir” deyip üşümeme aldırmadılar.üstelik soyunup buz gibi yere yattım. Vücudumu alkollediler. Elektrotlar takıldı. Dişlerim soğuktan birbirine vuruyordu. Neyse, sonunda bitti, odama döndüm. Kan değerlerim düşük çıktığı, yani akyuvarlar yeterli sayıda olmadığı için bağışıklık sistemim zayıflamış.. kısa bir süre sonra boğazım ve göğsüm ağrımaya başladı. Üşütmüştüm. Hemşire Hanım bana boğaz gargarası getirdi, ağrı kesici verdi. Bir ara burnumdan oksijen de verdiler. Bu durumda katater yani pranga takılıp 4. Kemoterapi’ye başlanır mı, henüz bilmiyorum. Kalpçi hemşireler beni hasta etti. Onların sorumsuzluğunun cezasını ben çekiyorum. Neyse; ben sorumsuzlardan değil, yazımın başlığındaki  gibi “DOSTLAR”dan söz etmek istiyorum.

    Yemek servisi yapan Gülsen… Ufak-tefek, zayıf bir genç kız. Evlerinin sorumluluğu onun üzerindeymiş. O kocaman servis arabasını iterken, odalara tepsileri verirken yüzü daima gülümsüyor. Belki bedeni zayıf ama kendi güçlü. Hele başıma dikilip: “-Çorba çok güzel. İç hadi iç” deyişi yok mu, bayılıyorum. Gülsen’de bel fıtığı varmış.. O gün belinin ağrıyıp ağrımadığını, adım seslerinden anlıyorum. Ayağındaki ayakkabının topuk sesi; “TAK-TAK, TAK-TAK,TAK-TAK” diye aksediyorsa”-Bugün beli ağrıyor.” Diyorum. Normalde ise “TAK,TAK,TAK” diye aksediyor. Başka türlü anlamam mümkün değil. Çünkü daima iyimser, daima güler yüzlü. Sen bu servise çok yakışıyorsun sevgili Gülsen…

    Yemek bölümünde yalnızca tatil günleri servis yapan genç Reşit, ne kadar görgülü, ne kadar kibarsın. Sanki lüks bir restoranda servis yapar gibisin. İyi bir eğitim almışa benziyorsun.. Seni yeterince tanımadığım için fazla bir şey yazamıyorum.
    Diyetisyen Serpil Hanım, ne kadar ince düşünüşlü, ne kadar zarifsiniz.. İştahsız olduğumu bildiğiniz için her defasında “-Ne istersiniz?” diye soruyor, beni mahçup ediyorsunuz.

    Temizlik şirketinin iki elemanına gelince; ben onlar için: “-iki ahbap çavuş” deyimini kullanıyorum. Erden ve Hasan… İlgili ve güler yüzlüler. Her dakika odaları siliyor, toz alıyorlar. Koridorlar bile pırıl pırıl.. Odamın wc- banyo bölümündeki lavabo tıkanıyor; Hasan gelip bütün gücüyle pompalıyor, uğraşıyor, sonra “-Bu açılmıyor” diyor. Erden geliyor; narin elleriyle, iki kere hafifçe pompalıyor, lavabo açılıyor. Hasan sinirleniyor. Erden gülüyor. Ben;
“-Şunun ilmini öğren Hasan” diyorum. Ama bir türlü öğrenemiyor. Tatlı tatlı atışıyorlar..Temizlik şirketinin bu iki elemanı ne güzel uyum sağlamışlar bu servise..
    Taner Bey de özel servis çalışanlarından. Genç, güler yüzlü, yakışıklı. Odamdaki televizyonun görüntü ayaları bozulduğunda; hiç görevi olmadığı halde, ayarını yapıvermişti. Siz de bu servise yakışıyorsunuz Taner Bey..

    Zeynep ve Hacıbey; beni zaman zaman. Akciğer röntgeni, kalp elektrotu, katater takılması için aşağı katlara tekerlekli sandalye ile indiren iki personel.onları da diğerlerinden ayırt edemem. Güler yüzlü ve esprililer. Bazen lüks bir arabadaymışım gibi; “-Teyze sağa sinyal ver, şimdi frene basıyorum, dikkat et” diyerek beni güldürüyorlar. Bana moral veriyorlar.

    Bu serviste başka görevliler de var ama nöbetleşe çalıştıkları için onları seyrek görüyorum. Bu yüzden gözlemleyemiyor, yorum yapamıyorum. Ama eminim onlar da bu servise yakışıyorlardır.

    Sekreter Beyhan Hanım.. Sevgili Beyhan Hanım.. Esmer güzeli, zarif, genç bir hanım. Bakımlı ve ince. Onu bankonun arkasındaki yerinde; kâh bilgisayarın başında, kâh evrak incelerken. Kâh hasta ve hasta yakınlarıyla konuşurken görmek mümkün. Ben şimdiye kadar onun boş oturduğunu hiç görmedim. Çalışkan, sorumluluk sahibi ve çözüm üreten  genç bir hanım. Bunu da büyük bir tevazu içinde yapıyor. “Alçakgönüllü”lük kelimesini de kullanabilirdim ama, bana hafif geldi.
    Ya güldüğü zaman! Yalnızca dudaklarıyla değil, kara üzüm rengi gözlerinin içine kadar gülüyor.
    Sevgili Beyhan Hanım; siz de bu servisin 24 ayar saf altınlarındansınız.

    Beyaz Melekler’e, yani hemşire hanımlara gelince; Gündüz ve gece, nöbetleşe çalışıyorlar. Onlar için: “-Beşi bir yerde altın gerdanlık” deyimini kullanacaktım ama yedi kişiydiler. İçlerinden biri; Hatice Hanım eşinin tayini çıktığı için görevinden ayrılmış. Yolun açık olsun. Sen gittiğin her yerde kendini sevdirirsin Hatice Hemşire.
    Şimdi özel servisin altı hemşiresinden alfabetik sırayla söz etmek istiyorum.

    Sevgili Bedia Hemşire Hanım; güzel yüzlü, güzel gülüşlü genç hanım. Kişilikli bir ses tonu var. Yalnızca sesini dinlemek bile insanda güven duygusu uyandırıyor. Ayrıca sesinin müzikalitesi eşsiz. Ses tonunu tarif edebilmek benim için mümkün değil. Operadaki mezzo soprano, ya da alto soprano gibi az bulunan bir ton. Ayrıca Türkçe’si  de çok iyi. Başarılı ve aranan bir seslendirme sanatçısı olabilirdi. Hemşireliği de ses kalitesi gibi mükemmel. Gece nöbetlerinde bile onu yorgun görmedim. Ama Allah yanlış yapanı hışmından korusun.. ücretle gelip hiçbir iş yapmayan bakıcım anlasın diye kapıyı çarpmıştı. Eline sağlık. Benim yapmak isteyip de yapmadığımı o yapmıştı.. İş disiplininizi de, koruyucu yanınızı da hayranlıkla izliyorum.

    Sevgili Hemşire Bilge Hanım; kendinden kıvır kıvır saçları olan sarışın bir hanım. Onun ilk önce; ara sıra sürdüğü dudak boyası dikkatimi çekti… Bir ruj rengi, bir hanıma ancak bu kadar yakışabilirdi. Çok yüzlerde çok rujlar gördüm. Ama bu kadar yakışanını ilk kez görüyorum. Kâh mahmur, kâh dalgın ve uzaktı.. Nasıl gülümsediğini merak ediyordum. Onu güldürmek için çok uğraştım. Sonunda biraz olsun başardım da. Bir gün küçük kızının üşütüp hastalandığına tanık oldum. Kızı için çırpınıyordu. Doktora göstermek için hastaneye getirmişti. Tesadüfen yanımda beni ziyarete gelen çocuk doktoru Profesör Doktor Ufuk Beyazova vardı. Kızına ve doktora bakışları, ruh hâlini yansıtıyordu.o sevgi dolu bir anne idi. İş hayatı, ev hayatı, sorumlulukları vardı… Hemşire Bilge Hanım; bütün sorumluluklarının üstesinden gelebilecek kadar güçlü ve başarılıydı. Senin bu gücüne hayranım Bilge Hemşire..

    Nihal Hemşire! Getirdiği mantıyı yiyip yiyemiyeceğimi merak ederek sınırlı zamanına rağmen başımda bekleyen Sevgili Nihal Hemşire Hanım. İçi hiç tükenmeyen, hiç tükenmeyecek olan sevgi ve şefkatle dolu.. Onu şöyle tarif edeceğim; boylu boslu, balık etinde, güzel yüzlü, güzel gülüşlü bir hanım. Hemşireler için hep aynı şeyi yazıyorum ama, ne yapayım! İçlerinde hiç asık yüzlü, aksi tavırlısını görmedim ki..Sanki seçilmiş de gelmişler bu servise. Ayrıca Nihal Hemşire Hanım azıcık etine dolgun, manken görünüşünde. Üstelik esprili ve şakacı da.. İnsana moral veriyor. İş sorumluluğunu ise anlatmama gerek yok. Hiç birinde aksini görmedim..

    Hemşire Neslihan Hanım; hemşireler arasında en ufak-tefek olanı. Esmer, minyon yüzlü. “Sessiz ve derinden” tabirini onun için kullanabilirim. Ender olarak gülümseyen, az konuşan, ama işini tıkır tıkır yürüten genç bir hanım.. Evli mi, bekâr m; bilmiyorum. Çünkü onlara hiç soru sormuyorum. Yalnızca gözlemlerimi yazıyorum.
    Ben daha önce bir buçuk ay bu serviste kalmıştım. Sonra da her 21 günde bir Kemoterapi için beş gün kalıyorum. Zaman geçtikçe Neslihan hemşirenin de bana dostça yaklaştığını hissettim. İnsan yapısı bu. Ben de yabancılara karşı, ilk zamanlar pek yakın davranamam. Seni anlıyorum Sevgili Neslihan Hemşire Hanım…

    Sevgili Hemşire Şenay Hanım!
    Sizdeki ne ses öyle!.. sanki pınardan akan su şırıltısını andırıyor. Ya gülüşünüz, konuşmanız, içtenliğiniz.. o enerji dolu yürüyüşünüz.!.. çok da güzelsiniz. Evli olduğunuzu sanıyorum. Akıllı bir erkek, mutlaka gönlünüzü çalmıştır. Tam bir kadınsınız Şenay Hemşire Hanım. Size benzemek isterdim… Ayrıca işinizde de; ilgili, dikkatli sorumluluk sahibisiniz…”-Hemşire Şenay Hanım!” diye bir seslenmemle yanımda bitiveriyorsunuz. Neyim olduğunu soruyor, hemen çözüm üretiyorsunuz.. Kataterimden seruma bağlıyken banyo dairesine gitmek istesem, serumun asılı olduğu tekerlekli askıyı ve beni hemen oraya taşıyordunuz.
    Dilerim bu güzel yardımseverliğiniz ve enerjiniz emekliliğinize kadar sürer.

    Sevgili Hemşire Şükran Hanım; sizi diğer hemşirelerden daha geç tanıdım. Çünkü çok uzak görünüşlüydünüz. Odamın kapısında karşılaşsak. Nazik bir gülümsemeyle geçip giderdiniz.zamanla alıştık birbirimize.. size “ BEŞ ADET TAZE KABAK ÇEKİRDEĞİNİN KOKUSU” adlı anı notlarımın girişini, o sınırlı zamanınızda okuttuğum zaman zengin, duyarlı bir iç dünyanızın olduğunu keşfettim. Gözleriniz dolmuştu. Yaşların akmaması için çok çaba harcamıştınız. Üstelik yaşları görmemem için de elinizden geleni yapmıştınız.. Zamanla; birbirimizi tanıdıkça aramızda bir dostluk bağı oluştu. Tansiyonumu ölçmek, ateşime bakmak için uğradığınız o kısacık sürelerde konuşuyor, şakalaşıyoruz… Ama hemşire-hasta ilişkisine gelince hemen ciddileşiyor, sorumluluklarınızı ön plana alıyor,otoriter bir hemşire oluveriyorsunuz. Sizin sözünüzü dinlememek mümkün değil. Siz de arkadaşlarınız gibi güzel yüzlü, güzel yürekli bir hemşiresiniz Sevgili Şükran Hemşire Hanım.

    Hepiniz o kadar iyisiniz ki!..
    Sonra merakım ağır bastı. Yalnızca bana karşı mıydı bu ilginiz, yakınlığınız? Sorunsuz, güler yüzlü bir hasta olduğum için mi? Acaba diğer hastalara nasıl davranıyordunuz? Onlar tarafından çağrıldığınızda ve ateş tansiyon ölçümleri için dolaştığınızda; koridora çıkıp sizleri gözlemledim.. Hasta ya da hasta yakını size seslense hemen koşturuyor, ağır hastalara daha fazla ilgi ve şefkat gösteriyordunuz. Nasıl oluyor da sizler; hem hastalarınızla, hem birbirinizle, böylesine sevgi dolu, dostça bir iletişim kurabiliyorsunuz? Ya seçilip gelmişsiniz, ya da televizyon seyretmeye zamanınız olmuyor. Eğer seyretseydiniz; kavgayı; çatışmayı öğrenirdiniz…
Yirmi dört ayar altın değerindeki Sevgili Beyaz Meleklerim, sizleri çok seviyorum. Sizler onkoloji hastalarının ilâcı gibisiniz…
    Şimdi sıra sevgili dost doktorlarıma geldi ama, onlardan daha sonra söz edeceğim. Çünkü şimdi, sıcağı sıcağına boynuma 4. Kemoterapi için takılacak olan katater’de yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Aslında ameliyat sonrası takılanla birlikte beşinci olacak. Katater’ler takılırken canım biraz yanıyordu ama işlem en fazla yarım saat sürüyordu. Geceliğime bir damla kan bile sıçramıyordu. Ama bu son takılan kâbus gibiydi. Önce bana ameliyat önlüğü giydirdiler. Katateri takacak doktorlar öyle istemişler.sonra beni yine tekerlekli sandalyeye oturtup asansörle alt kattaki küçük bir ameliyathaneye indirdiler. Masaya yattım. Genç bir hanım doktorla, genç bir erkek doktor yanıma geldi. Sanki büyük bir ameliyata hazırlanır gibiydiler.başımı yana döndürüp, üzerime boydan boya bir örtü örttüler. İşte o an çıldırıyorum sandım. Yüzümü örten örtüyü çırpınarak açtım. “-Yüzümü kapatmayın! Yüzümü kapatmayın! Bende aşırı derecede kapalılık korkusu var!” diye feryat ettim. “-Hayır.” Dediler; “-kapatacağız! Aksi hâlde katateri takmayız. Tedaviniz yarım kalır.” Bu bir tehditti. “-kalırsa kalsın.” Dedim. “-Elimde değil. Sizler doktorsunuz kapalılık korkusunun bir hastalık olduğunu bilmeniz gerekir.” Bunu üzerine başım yana dönükken ağzımı ve gözlerimi birazcık açık bıraktılar..
    İşlem başladı.
    Dakikalar saatler kadar uzuyordu..
    Önümüzdeki günlerde Kurban Bayramı vardı. Yine o zavallı kurbanlıkları düşündüm. Çocukluğumdan bu yana hayvanları çok sevdiğim ve onlarla yakın bir ilişki kurduğum için, onları iyi tanıyorum. Eminim Kurban Bayramlarından başlarına geleceği iyi biliyorlardı o yüzden kaçmaya çalışıyorlar, ama yakalanıyorlardı. Onları seyrederken gülen insanların duyarsızlığı beni insanlığımdan utandırıyordu.
   Ya televizyonlar!? Kaçan hayvanları tekrar tekrar gösteriyorlardı… Televizyoncuların bu görüntüler karşısında güldüğünü düşünemiyorum. San’atla uğraşan insanların daha duyarlı olması gerekir. İyi de; o zaman neden kaçan hayvanların paniğini, kovalayanları, gülenleri tekrar tekrar gösteriyorlar?.. yürekleri nasıl dayanıyor? Sonunda bir ölüm olayı yaşanacak. Hayatta kalmak için çabalayan hayvancıklar çaresiz kalacak. Yere yıkılacak.. boynu ortaya çıkarılacak. İşte tıpkı benim şu anda ki durumum gibi…
    Doktor Hanım boynumdaki damarı bulmak için uğraşıyor. Zaman uzadıkça uzuyor.. Bir kurbanlık gibi, çaresizlik içinde yatıyorum. Sırtım ıslanıyor. Galiba terliyorum. Sonunda damar bulunuyor. O durumdayken bile seviniyorum. Ama Doktor Hanım işlemi durduruyor.  “-Damar tıkalı. Boynun sol yanından gireceğiz.” Diyor. Birden sabrım ve gücüm tükeniyor. Kriz geçirir gibi ağlamaya başlıyorum. Nedendir bilmiyorum ama , galiba durumum onları korkutuyor. Gidip “Mehmet” adlı bir doktor getiriyorlar. O doktor bey boynumun sol yanından, daha öncekilerde olduğu gibi on- on beş dakikada katateri takıyor, sonra da gidiyor. Hanım doktorla gelen erkek doktor, boynuma altı- yedi dikiş atmaya başlıyor. Canım dayanılmaz derecede  acıyor. Yalvarır gibi “-Canım çok yanıyor.” Diyorum. “-Lokal Anestezinin etkisi geçti de ondan.” Diyerek dikme işlemine devam diyor. Canım yanmasın diye uyuşturmak gereğini bile duymuyor. Doktor mudur, teknisyen midir; yoksa kendimi kurbanlık bir koyun gibi hissettiğim için Veteriner doktor mudur, bilemiyorum.
    Sonra ameliyat masasından yardımla kalkabiliyorum.
    Yaşıyorum.. Evet, yaşıyorum.. Kurban edilmemişim.
    Ama o da ne ?.Ben terlediğimi sanıyordum. Oysa her yan kan gölüne dönmüş. Atletim de, yattığım ameliyat masası da kıpkırmızı olmuş.. sanki bütün kanım boşalmış.
    Ameliyathanede ise iki buçuk saat kalmışım. Aradan yirmi gün geçtiği hâlde, yaşadıklarımı hâlâ unutamıyorum. Zaman zaman asabi bir hıçkırık tutuyor. Gece kâbuslar görüyor, çığlık çığlığa bağırarak uyanıyorum. Kalbim gümbür gümbür atıyor. Duruverecek sanıyorum.   
    Kemoterapi alan hastalara bu yapılır mı? Üstelik Hipertansiyon hastasıyım da. Beyin kanamasından gidiversem kim sorumlu olacak? “-Hanımın tansiyonu vardı, o yüzden. Vah vah” deyip geçiverecekler belki de, o iki doktor. Hiç mi vicdan azabı duymayacaklar?. Kaçan bir kurbanlığın peşinden koşanlardan ne farkları olacak? İnsan, hastaya karşı biraz duyarlı olmalı. Nerde özel servisin doktorları, hemşireleri!..
    Aradan 21 gün geçti. Sayılı gün, göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor. Yeniden hastaneye yattım..
    Kemoterapi için beşinci kez katater takılmasını korku ve gerginlik içinde bekliyorum.
    Uzman doktorla, asistan doktor değişmiş. Gidenlerin yerine yenileri gelmiş. Genç asistan doktora durumu anlatıyorum; “-Bu kez öyle olmayacak.” Diyor. Acaba nereden biliyor? Öğrenemiyorum. Yalnızca bekliyorum.. bakalım ne olacak.. Üçüncü kez takılan kataterden yakınırken, dördüncüsü kahretti beni; “-Beterin beteri varmış.” Dedirtti.
    Gerginim.. Çok korkuyorum.
    Sonunda haber geldi… Beni ameliyathaneden bekliyorlarmış… Kapımın önündeki sandalye, bir canavarmış gibi korkunç görünüyor. “-Hadi” dediklerinden cesaretimi toplayıp sandalyeye oturuyorum. Asansörle 3. kata iniyoruz. Bir kapıdan uzunca bir koridora giriyoruz. Sol yanda büyük bir ameliyathane var. Oraya girmiyoruz. Koridorun tam karşısındaki geniş bir salona alıyorlar beni.. Bir köşede yan yana, bitişik konmuş iki yatak, karşı köşede ise; ameliyattan yeni çıkmış, ayılması beklenen bir hanım var. Derin uyuyor. Ne dediği anlaşılmıyor. Sayıklıyor.
    Aşağıdan dosyamın gelmesini bekliyorlar..
    Bu arada galiba yine tansiyonum yükseldi. Başım ağrıyor. İçten içe bir titreme hissediyorum. Korku çeneme vuruyor; durmadan konuşuyor, geçen defa başıma gelenleri tekrar tekrar anlatıyorum.
    Birden hatırlıyorum. Yıllar önce; karlı bir şubat günü, zincir takılmış arabamı kullanarak ilk girişte ehliyetimi almıştım. O zamanki heyecan da, çeneme vurmuştu. Yazılıda 99 puan aldığım bilgileri, yanımda ve arkamda oturan sınav polislerine, noktasız virgülsüz anlatıyor, aynı zamanda uygulamada da gösteriyordum.
    “-Şimdi dikiz aynasını düzeltiyorum. Sağımı, solumu, arkamı kontrol ediyorum. Sinyalimi verip, vitesi bire takıyorum.hareket ettikten sonra ikiye alıyorum.”
    Polisler susuyorlardı..
    Sınav alanı karlıydı. Üstelik arabamla karda hiç çalışmamıştım. Korkuyor ve ağır gidiyordum.
    Polislerden biri: “-Çok ağır gidiyorsunuz.” “-Çok kar var. Tedbirli olmak gerek.” Dedikten sonra, yine makineli tüfek gibi konuşmaya devam etmiştim:
 “-Şimdi tali yoldan ana yola çıkıyorum. Sağı solu kontrol edip sinyalimi veriyorum.”
    “-Tamam.” Diyorlar. “-Kar yeniden başladı. Kayacağız. Başlangıç noktasına dönün artık.”
    “-Hayır. Park yerine de  gireceğim. Nasıl park yaptığımı da göstermek istiyorum. Merak etmeyin, sizi tehlikeye atmam..”
    Yanımda oturan hanım polis gülümsüyor.
    “-Çok soğukkanlı, çok cesursunuz.” Diyor.
    Acaba?..
    Şimdi ıslanmış kedi yavrusu gibi titrerken nerde o soğukkanlılık, nerede o cesaret!.. Para vererek de ehliyet alanlar varmış, o dönemde.. Ama ben soğukkanlılığım, cesaretim, tedbirli davranışımla ilk girişte ehliyetimi almıştım. Tabii biraz da çenemle. Su gibi ezberlediğim nazari bilgileri uygulamada da göstererek..
    Ya şimdi?..
    “-Yakışıyor mu sana! Ayıp! Ayıp!” diye kendimi azarlıyorum. İçimdeki ıslak kedi yavrusu: “-Elimde değil” diye karşılık veriyor..
    Acaba beni o büyük ameliyathaneye mi alacaklar?.. Titremem artıyor. Sonunda dosyam geliyor.. İncelenmesi bitiyor. Yüzlerinde maske, ellerinde eldiven olan5-6 hanım doktor geliyor. İçlerinden biri, ikili yatağa uzanmamı söylüyor. Sabahlığımı çıkarıp uzanıyorum. Ameliyat önlüğü giydirmedikleri, yüzümü örtmeye kalkmadıkları için seviniyorum. Yalnızca gözlerini gördüğüm hanım doktor, başımı yan tarafa çeviriyor. Katateri boynumun sağ yanına takmak istediğini anlıyorum.
    “-Ordaki damar tıkalıymış” diyorum.
    “-Sağ tarafa takmakta yarar var. Bir deneyelim.” Diyor… Sakin, yumuşak bir sesle; “-Şimdi uyuşturuyorum.” Dediğinde hafifçe iğne acısını duyuyorum. Damara girmeyi deniyor.. Geriliyorum..”-Sizi fazla üzmeyelim. Katateri sol tarafa takalım.” Zıngır zıngır titremeye başlıyorum. İşleme devam ediyor.
    “-Titremeyin.”
    “-Elimde değil”
    Şakacı bir tavırla, AVRUPA YAKASI’ndaki gibi: “-Biraz sakin olmaya çalışın. Yoksa bana soldan soldan geliyorlar” diyor.
    Cevabım: “-Bana da hem sağdan hem soldan geliyorlar.” Oluyor.
    “-İşte bitti! Bu kadar korktuğunuza değdi mi?” diyor. İnanmıyorum, şaka yaptığını, sanıyorum. Ama gerçekten damar bulunmuş, katater takılmış. Hem de on beş dakika içinde.. Üstelik geceliğimde bir damla bile kan yok.
    Doktor hanımın yüzünü görmek istiyorum. Maskesini çıkarıyor. Zarif, gülümseyen, çok güzel bir hanım! Yarabbi benim gözlerim mi güzel görüyor, yoksa buradaki doktorların, hemşirelerin hepsi mi güzel!?..
    5. Kemoterapi için katater takılması bittiği için rahatlıyorum. Altıncısını da dilerim bu hanım doktor takar.adını öğrenmek istiyorum. Nihal Hemşire Hanım söz veriyor, öğrenecek…

    Şimdi kaldığım yerden DOSTLAR’ı anlatmaya devam edeceğim..
    Artık kemoterapi için 21 günde bir, 4-5 gün hastanede kalıyorum. Bu yüzden belli sürelerde nöbet değiştiren uzman ve asistan doktorları gözlemlemeye yeterince fırsatım olmuyor.. Yalnız söz edemediklerimin ortak yanı; görevlerini ciddiye almaları, çalışkanlıkları, ilgileri ve güler yüzlülükleri..
    Acı, buruk bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma.. Çünkü ben öyle sanıyor muşum.. Ne yazık ki yanıldığımı şu son günlerde anladım…
    Ameliyatım sırasında ve sonraki incelemelerde Özel Servis’te bir buçuk ay kaldığım için o dönemdeki asistan ve uzman doktorları gözlemleyip tanıyabilmiştim.
    Önce onlardan söz etmek istiyorum.

    Asistan Doktor Fatma Hanım; makyajsız solgun yüzünüzle azizelere benziyorsunuz.. çok acı çektiğim, ağrılarımın morfinle bile kesilmediği günlerde başucumda gördüm sizi. Elimi tutmuş, gözleriniz dolu dolu; “-Şimdi geçecek, şimdi geçecek” diyordunuz. Sanki benimle birlikte acı çekiyor, acımı paylaşıyordunuz. Sizi üzmemek için güçlü olmaya çalıştım.
    Üç aylık evliydiniz. Dilerim eşinizle ve doğacak çocuklarınızla birlikte, kalabalık bir aile içinde sağlıklı, mutlu yaşarsınız. Eminim siz çok da iyi bir anne olacaksınız. Okul çağlarında sanatçı olmak istemişsiniz ama iyi ki doktor olmuşsunuz. Hastalara yaşama sevinci aşılıyor, hayata tutunmalarını sağlıyorsunuz.. Yazarlığı hobi olarak her zaman yapabilirsiniz… Sizinle uzun uzun sohbet etmek isterdim ama öyle yoğun çalışıyordunuz ki. Ama planlı programlıydınız. 8. kattaki Onkoloji servisinde de görev yapıyor, yine de bütün hastalara yetişiyordunuz.. “-İŞİMİZ ÇOK” sözünü sizden hiç duymadım.
    Bir gün canımın zeytinyağlı taze pırasayı çok istediğinden söz ettiğimi duyup, evinizde pişirdiğiniz pırasayı bir kaba koyup getirmiştiniz. Pırasa acemiceydi ama, sevgi doluydu. İyi bir doktor, iyi bir ahçı olmayabilir. Çok genç. Çok yeni evlisiniz. Yapa yapa öğreneceksiniz. Ben de gençlik yıllarımda zeytinyağlı taze fasulye pişireceğim yerde, zeytinyağlı taze fasulye çorbası pişirmiştim.
    Sevgili Asistan Doktor Fatma Hanım, nöbet değişikliği ile gittiğinizde bir akrabamı kaybetmişim gibi üzüldüm.. Bir hasta olduğumu hatırladım. Siz Onkoloji hastalarına ilâç gibisiniz. İlginiz ve şefkatinizle hayata tutunmamızı sağlıyorsunuz…

    Uzman Doktor Sevgili Ali Osman Bey; çok ciddi görünüşlüydünüz. İlgiliydiniz ama seyrek gülümsüyordunuz. Disiplinliydiniz, vizit saatlerini hiç aksatmıyordunuz. Odama girer girmez babacan bir tavırla; “-Nasılsınız bakalım?” diye sormanız ne hoştu.. Sonra dosyamı inceliyor, hemşire hanımların kaydettiği bilgilere bakıyor, beni muayene ediyor “-İyisiniz, iyisiniz. Çok çabuk iyileşiyorsunuz. Yakında sizi taburcu edeceğiz.” Diyordunuz. Ben de “- İyice iyileşmeden hiçbir yere gitmeyeceğim.” Diye karşılık veriyordum.
    Zamanla ne kadar esprili ve güler yüzlü olduğunuzu gördüm. Sonra siz de gittiniz Uzman Doktor Ali Osman Bey. Her sabah ve her akşam üstü uğradığınız, dosyamı inceleyip, muayene ettiğiniz, sonra da bana moral verdiğiniz için, gidişiniz; korunmasız kalmış bir çocuk gibi, içimde büyük bir boşluk bıraktı.. Onkoloji sevisine sizde çok yakışıyordunuz.
    Bu kez yerinize genç bir uzman doktor hanım geldi..
    Sizden hiç söz etmek istemezdim doktor hanım ama yeri gelmişken söyliyeyim. Siz bu servise hiç yakışmadınız. Buzlu cam gibi bakan gözleriniz, gülmeyen dudaklarınız, güzel yüzünüzü çirkinleştiren asık bir suratınız var.
    Sabah- akşam alışık olduğumuz vizit saatlerine de aldırmıyor, çok seyrek olarak uğradınız zamanlarda ise; masa üzerinde ki dosyama şöyle bir bakıp, çekip gidiyordunuz..
    Hastalara gülümsemek, “-Nasılsınız?” diye sormak sizin için çok mu zor?:

    Uğur Çoşkun Hoca’ya kan sonuçlarımı göstermek ve muayene olmak için gittiğim 8. katta rastlantıyla sizi gördüm. Gözlemleme imkânı buldum. Yine yüzünüz asıktı. Sanki çevrenizdekilere karşı “-Küçük dağları ben yarattım.” tavrı içindeydiniz. Lütfen çok rica ederim, onkoloji hastalarına doktorluk yapmayın siz. Hastaların yaşam tutunma çabalarına dinamit koyuyorsunuz!..
    Mükemmel bir doktor olsaydınız, asık yüzünüze belki katlanılabilirdi… Özel Servisten birini eleştirmek istemezdim. Çok üzgünüm…
    Size gelince Asistan Doktor Hanım; uzman doktor hanımı kendinize örnek mi alıyorsunuz? Yapmayın lütfen. Sizin yapınız onunki gibi değil. Belki de korkuyorsunuz.. Bilemeyeceğim.. Yalnız plânlı programlı hareket etmediğiniz için, paçasını toparlayamayan ev kadınları gibi yorgun ve perişan; sağa- sola, yukarı-aşağı koşturup duruyor, yine de hastalara yetişemiyordunuz.. İşlevi biten ve boynumu oynattıkça batan, acıtan katateri çıkarmanız ricasında bulunduğumda en fazla beş dakikanızı alacak bir işlem için “-İşimiz çok” diyerek sabahtan akşama kadar beklettiniz beni.. Ayrıca siz hastalara iş gözüyle mi bakıyorsunuz? Yapmayın!.. Kötü niyetli olmadığınızı biliyorum ama, lütfen kendinize iyi yürekli, sorumluluk sahibi doktorları örnek alın. Unutmayın ki Onkoloji hastalarına stres ve üzüntü yasaktır.

    Sevgili Doktor Uğur Çoşkun Hoca; Onkolojinin doktoru, benim doktorum. Seyrek de olsa uğruyorsunuz. Güler yüzün ve şakacı tavrınızla odam aydınlanıyor… Sizi az görüyorum ama bu ilgisizlikten değil. Hastalığımın seyri ile ilgili her şeyden haberiniz var. Çok nazik, çok mütevazisiniz. Kadife gibi yumuşacık bakışlarınızla insana güven duygusu veriyorsunuz. Beni iyileştireceğinize inanıyorum. Ayrıca 6. Kemoterapiyi yapmayacağınız müjdesini vermeniz de beni çok sevindirdi.. Tabii 30 Ocak’da yapılacak kan tahlilleri ve tomografi’den sonra kesin kararınız belli olacak. İyileşeceğime inanıyorum. Yalnızca dudaklarınız değil, gözleriniz de öyle söylüyor. İlginiz ve davranış biçiminizle de beni iyileştiriyorsunuz.. Onkolojinin üzücü ve yıpratıcı olduğunu biliyorum ama, iyi ki bu bölümün doktoru, hocasısınız. Hastanız olduğum için mutluyum.. Teşekkürler Sevgili Doçent Doktor Uğur Çoşkun Hocam…

    Şimdi de Onkoloji ve Özel Servis’le ilgisi olmayan dört doktordan söz edeceğim. Onlardan söz etmeden asla bu anılar tamamlanmış sayılamaz.. Çünkü on üç yıldır süren mücadelemde onların da büyük yeri var.
    Sekiz yıl önce yumurtalıklarımda ortaya çıkan o canavarı ameliyatla alan Kadın-Doğum Bölümü Öğretim Üyelerinden Profesör Doktor Haldun Güner Hoca beni iyileştirdiniz. Zaman zaman siz uğruyor, durumumla ilgili bilgi veriyor, tahlil sonuçlarını gösteriyorum. Çok yoğun çalışmalarınız arasında yine de bana zaman ayırıyor; güler yüzlü ve ayağa kalkarak beni karşılıyorsunuz.. Çok nazik bir insansınız.. Ama ben de şımarmıyor ve çok oturup zamanınızı çalmıyorum. Sizi her zaman anıyorum Sevgili Haldun Güner Hocam…

    Ya Pediatri’nin yani Çocuk Bölümü’nün Öğretim Üyelerinden Profesör Doktor Sevgili Ufuk Beyazova!. Gençliğimin ve yedi yıl öncesine kadar can arkadaşım olan rahmetli Sema Cığızoğlu’nun kız kardeşi.. Onun çocukluğunu biliyorum. Şimdi ise Profesör. Tam branşını seçmiş. Öğretim Üyeleri 10. kattaki odası çocuk oyuncakları ile dolu. Şefkatli, sevecen, yumuşacık bir hanım.. Sesiyle bile huzur veriyor. Hastalanmadan önce onu ziyaret ederdim, kontrollerim için Gazi Üniversite Hastanesine gittikçe.. Muayene olurken ağlayan çocuk, hiç görmedim. Şefkatli ve güler yüzlülüğü ile onları nasıl rahatlatacağını iyi biliyor. Yine Profesör olan eşi Mehmet Beyazova ile gece-gündüz o kadar yoğun çalışıyorlar ki, birbirlerine ayıracak zamanları yok. “-Biraz kendinize zaman ayırın. Gezin eğlenin. Sonra yaşlılıkta pişmanlık yaşarsınız.” Diye öğüt veriyorum ama pek de dinlediklerini sanmıyorum. Sabahları Gazi öğrencilerinin derslerinde, öğleden sonra muayenehanelerinde veya konferanslarda, geceleri de bilgisayar başındalar.. bütün bunlar yetmezmiş gibi, bana kutu içinde sebze yemekleri de taşıyor üstelik.. Ayrıca nerdeyse her gün, öğle yemeklerinden fedakârlık edip yanımda oturuyor, tatlı tatlı sohbet ediyor… Suları hiç tükenmeyen kutsal bir şadırvan gibisin, içimi ferahlatıyorsun. Hakkın hiç ödenmez sevgili Ufuk’cuğum…

    Cerrahi Bölüm Öğretim Üyelerinden Sayın Atilla Engin Hoca; ilk göğüs ameliyatımı 1994 yılında yapmıştınız. Göğsümdeki urun büyük olmasına, biopsi sonucunun iyi çıkmamasına ve göğsümün alınmasına rağmen “-Kemoterapi’ye gerek yok.” Demiştiniz.. Hastaneden çıkacağım zaman da bana bazı hareketler vermiş; “-Dikkat edeceksiniz, bu kolunuzu sivrisinek bile sokmayacak! Ayrıca hastalığınızın adını asla söylemeyecek, aklınızdan bile sileceksiniz.” Demiştiniz.. Sözümü tuttum. Tutmaya de devam edeceğim.
    Israrla hastalığımın ne olduğunu soranlara; “-Ameliyat sonrası doktorum kemoterapi önermedi.” Diyorum. Hastalığın adını söylemeden de ne olduğu anlaşılıyordu. Sözünüzü dinlediğim içinde; kolumda ve elimde lenf tıkanması, şişme olmadı. O gün bugün; sol göğsümle ilgili hiçbir sorun yaşamadım… Bilmem kaç tane lenf temizlemişsiniz. Müthiş bir ameliyat, müthiş bir başarı imiş.. Ama ne olurdu birazcık güler yüzlü olsaydınız. Nadan ve gönül kırıcı olmasaydınız da, bunca yıllık hastanızı incitmeseydiniz… Her gün kapınızı aşındıran saygısız bir insan olmadığımı biliyorsunuz. Belki altı ayda bir, 2-3 dakika bile süremeyen hatır sormama bile dayanamayıp, beni kovmaktan beter etmiştiniz. Neden böyle yaptınız Atilla Engin Hoca? Bunca yıllık hastanızın neden gönlünü incittiniz? Ama rastlandı sonucu bazı hastalarınızdan ve hasta yakınlarından da duydum; bu haşin tavrınızı herkese karşı takınıyormuşsunuz..
    Neden Atilla Hocam, neden ?!.. Yoksa bu savaşınız kendinizle mi ilgili?.
    Sonra ; 2006 yılının Aralık ayında sol göğsümden hastalandım. (metastas- sıçrama değil) 5-10 yılda bir bünyem yapıyor..
    Size öylesin kırılmıştım ki Gazi Üniversite Hastanesi’nde başka bir profesöre ameliyat oldum. Sol göğsüm de alındı. “-Kemoterapi’ye, hapla tedaviye gerek yok.” dendi. Cahilce; sizin yaptığınız ameliyat gibi sandım.. Ama iki ay geçmeden,cancan kızımın ölümünden sonra, barsak spazmları geçirdim ve karnımda korkunç sancılar başladı. Bulantıyla kusma da… Tomografi sonucu Bağırsak Düğümlenmesi teşhisi kondu. Acilen ameliyat olmam gerekiyordu. Çünkü hayatım tehlikedeydi.. İki gün içinde ölebilirdim. Sol göğsümü alan Gazi’deki profesöre gidip durumu anlattım, tomografi raporunu gösterdim. İsteseydi beni hemen yatırabilirdi. Bu durumda sevk de alabilirdim. Ne yazık ki umursamadı.
    Siz olsaydınız asık yüzünüze rağmen hemen beni yatırıp ameliyat ederdiniz. O zaman da 13 yıllık hastanemi bırakıp, benim için yabancı olan hastaneye gitmek zorunda kalmazdım. Bir bakıma iyi oldu. Numune Hastanesi’ni tanıdım. Geçmiş yıllardan kalan, kafamdaki kötü imaj silindi. İki gün sonra da sevk işlemleri kalktığı için; Gazi Üniversite Hastanesi’ne yatıp, karnımdaki kütlenin alınabilmesi için, yeniden ameliyat oldum. O dönemde, yani ameliyatlar sırasında; sol koltuk altımda bir şişlik oluştu. Giderek büyüdü, yumurta kadar oldu. Sonra boynumda da bir, derken iki, ikiyken üç kütle daha belirdi. Beynime doğru ilerlerken karnımdaki canavar için uygulanan kemoterapi bu kütlelere de iyi geldi, kayboldular.
    Sizin yaptığınız sol göğüs ameliyatım, bunca yıl hiçbir sorun yaratmamışken, öteki profesörün yaptığı ameliyat sonrası, göğsümü ele geçiren canavar, üç ay içinde baş kaldırmıştı. Herkes profesör olabiliyor, herkes ameliyat yapabiliyor ama, bence sizin gibi değil. Ve anladım ki; bazıları için insan hayatının hiçbir önemi yok… Ne olurdu o kadar gönül kırıcı, o kadar sert olmasaydınız da, ikinci göğüs ameliyatım için size gelebilseydim.
    Şimdiki aklım olsa Atilla Engin Hoca; kırılan gönlümü yerden toplar; kapınızın önünde beni ameliyat etmeniz için diz çökerdim.
    Beni bağışlayın; size kırıldığım için, beni kırdığınız için… Lütfen hastalarınıza karşı biraz yumuşak, biraz hoşgörülü olun. Biraz olsun gülümsemeyi ihmal etmeyin.. İnanın ki bu size huzur verecek, hastalarınıza da biraz moral. Onların gözünde göreceğini minnet duygusu sizi de mutlu edecek… Ne olur, biraz olsun gülümsemeyi öğrenin. Hiçbir şey için geç değil Atilla Engin Hoca…

    Radyoloji Anabilim Dalı Başkanı Profesör Doktor Sevgili Sedat  Işık Hocam; sizinle nasıl tanıştığımı anlatmadan geçemiyeceğim.
    On yıl oldu sanırım… Sigorta; ultrason, tomografi v.s. için hastaları özel laboratuarlara yolluyordu. Bir keresinde bu özel laboratuarlardan birinde bana
“-Şüpheli kütle” teşhisi konmuştu. Bir ay sonra oraya gidip yeniden tomografi çektirmem istenmişti.
    Ortalıkta kulaktan kulağa yayılan bazı söylentiler vardı. Doğruluk derecesi tartışılabilir. İftira da olabilir, bilmiyorum. Güya özel laboratuarlar, sigortadan daha fazla para alabilmek için bu yola gidiyorlarmış. Ben buna pek inanamadım. İnsanların sağlığıyla oynamayı, sağlıkla ilgilenenlere yakıştıramadım ama, yine de elimde olmadan moralim bozuldu.. Yetkili bir ağızdan tomografi soncunun doğru olup olmadığını öğrenmek istedim. Sorup soruşturdum; bana sizin adınızı verdiler Sevgili Sedat Işık Hocam. Gazi Üniversite Hastanesi 1. kattaki odanızı bulup canhavli ile içeri daldım. Makineli tüfek gibi konuşarak derdimi anlatmaya çalıştım: “-Efendim, lütfen beni dinleyin. Ölmekten korkmuyorum. Öleceksem de ölürüm, dert değil. Endişe içinde yaşamaktansa, gerçeği öğrenmek istiyorum. Çünkü kimsem yok. Eğer raporda yazılanlar gerçek ise; gitmende önce bu dünyadaki işlerimi yoluna koymak isterim. Geriye kalacak birkaç günümü de ; gezmek, görmediğim yerleri görmek, yapmadıklarımı yapmak için ayırmak istiyorum. En doğru bilgiyi bana siz verebilirmişsiniz. Lütfen; şu rapora, şu tomografi filmine bakın ve bana gerçeği söyleyin.”
    Çok sakin bir hava içinde dinlediniz beni. Elimden tomografi filmini alıp duvardaki ışıklı panoya yerleştirdiniz. Uzun uzun incelediniz. Sonra raporu okudunuz. Telefonla asistanınızı çağırıp bir ultrason çekmesini söylediniz. Ultrason sonucunu aldıktan sonra “-İçiniz rahat etsin, bir hastalık belirtisi yok.” Dediniz.. Birden nezaketiniz ve hoşgörünüz karşısında; selâmsız-sabahsız odanıza daldığım için utandım; “-Çok özür dilerim, zamanınızı aldım. Lütfen sekreteriniz bana bir yazı versin, döner sermaye veznesine, muayene ücretiniz yatırayım” dedim. Dikkatli, inceler gibi ama yine de çok sakin olarak, yüzüme baktınız.  O çok yumuşak ses tonunuzla: “-Sizden para isteyen mi var?!” dediniz. Bir kere daha utandım, yerin dibine girdim.

    Bambaşka bir insan, bambaşka bir doktordunuz siz.. O sakin, o yumuşak tavrınızla paniğimi yok etmiştiniz.. Saygısızlığımın nedenini anlamış, hoşgörü ile karşılamıştınız.
    Aradan yıllar geçti. Kontrollerim için hastaneye her gelişimde, beş dakika olsun size uğrar, hatırınız sorardım. Yoğun çalışmalarınıza rağmen bana zaman ayırırdınız. Her zaman candan, her zaman iyi ve naziktiniz. Sonra kalp ameliyatı geçirdiniz. Eşiniz Sevgili Ayşen hanımı arayıp sağlığınızı sordum. “-Geçmiş olsun” dedim. Ayşen Hanım da tıpkı sizin gibi nazik ve iyi idi. Sizin için de hep dua ettim. Artık siz benim dostumdunuz. En zor zamanlarımda yetişiyordunuz. Barsak düğümlenmesi teşhisi konduktan sonra paniklemiş, ne yapacağımı şaşırmış durumdayken bana elinizi uzattınız.. Siz olmasaydınız. Şu an barsak düğümlenmesinden ölmüş olabilirdim.
    Siz ve sevgili eşiniz; bir konser salonundan bile beni arayıp, sağlığımı sormuştunuz…
    Siz artık benim yalnızca dostum değil, aynı zamanda koruyucu meleğimsiniz…Rastlantıyla öğrendim ki siz bütün hastalara, daha doğrusu bütün insanlara yardım etmeyi seviyor ve ediyorsunuz..
    Yeniden ve yeniden hastalansam da, Allah’ın izniyle iyileşeceğime, böyle bir hastalıktan ölmeyeceğime; Allah’ın verdiği sayılı nefes tükeninceye kadar yaşayacağıma inanıyorum. Siz ve sevgili eşiniz, dostluğunuz bana güç veriyor. Vâr olun, sağ olun Sevgili Sedat Işık Hocam, benim koruyucu meleğim.

    İnanıyorum ki bir gün bu tedaviler bitecek; tomografi , ultrason, kan sonuçları iyi çıkacak ve ben iyileşeceğim. Önce üç ayda bir, sonra altı ayda bir kontrollerim olacak.. Şu anki saçsız başımda gür, dalga dalga, pırıl pırıl saçlar çıkacak.. Sonra?.. Sonrası Allah kerim! 13 yıl önce başlayan hastalık maceram, eğer Allah isteseydi, o ilk yıllarda biterdi ve ben küçücük bir ışık zerresi olurdum evrenin o gizemli dünyasında.. Ama Büyük Allah’ım, yaşamayı çok sevdiğimi, ufacık şeylerle mutlu olduğumu bildiği için; beni yıllar önce öbür dünyaya toptan götürmek yerine, kilo kilo taşımayı lütfetti. Uygun buldu. Şimdi biraz acı çekiyorum ama, buna da şükür. Vücudumdaki hastalıklı parçalar alındıkça ben hafifliyorum.. Acaba bir gün içi boşaltılmış, ilâçlanmış,  ebediyen yaşayan daha doğrusu bir gün, yeniden yaşama umudu olan mumyalara döner miyim? Bilemeyeceğim. Bu satırlarıma lütfen gülmeyin. Yaşamayı çok seviyorum , ne yapayım.. Küçücük şeylerden zevk alıyorum. Hastanedeki odamın penceresine konan kuşlara ekmek parçaları vermek, yağmayan yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığını hayal etmek, beni mutlu etmeye yetiyor.. Bu yaşam maceram ne zaman bitecek bilmiyorum. Ama inanıyorum ki bu kez değil, bu hastalıktan değil.. Yeri gelmişken daha önce yazdığım bir şiirimi buraya almak istiyorum. Adı KIRIK- DÖKÜK,  ama kendi değil…

KIRIK DÖKÜK

Sağlıklı yılları yaşayıp bitirmişim
Rengârenk yaşantımı, bir yerlerde yitirmişim
Elim durmuş,
Şiir durmuş,
Zaman ise belki dolmuş
Ve bir BEN, benden öte
İçimde unutulmuş..

HAYAT mı, yoksa ÖLÜM mü; ortasında durduğum,
Yaşamanın şiirini Sonbahar’da unuttuğum
Kırık bir sazın tellerinde teselliyi bulduğum…
Her soluk alış,
“ÖLÜM’le VAROLUŞ”u getirdi sahillerime…

Yine de ben;
Direngen tırnaklarımda ilâhların gücüyle,
Cesurca bakıp gökyüzü derinliğine,
“YAŞAMAK ÇOK GÜZEL BE TANRIM!” diyorum,
Gücüm yettiğince..

                                                                    Şaika Günsel Tuğrul



    Bu yaşama sevincini, hastalıklara dayanma gücünü bana Büyük Allah verdi. Bir ödül olarak.. Böyle olunca da beni bu hastalıktan alıp götüreceğini hiç sanmıyorum…
    Ayrıca; iyileşmem için bana destek olan dostlarım var. Anılarımın girişinde sözünü ettiğim “KİMSEM YOK”  sözünü geri alıyorum. Artık dostlar konusunda öyle zenginim ki; kendimi kilolarca kabak çekirdeği yiyecek kadar iştahlı ve sağlıklı hissediyorum. Ama hiçbir zaman kabuklarını yere atıp çiğnemeyeceğim. Sağlık her şeyden değerli… Ve şunu da artık çok iyi biliyorum ki; bu hastalık karşısında insan güçlü olmalı, savaşmayı asla bırakmamalı. Dört elle, yirmi dört elle, dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz elle yaşama tutunmalı..

    Aileden gelen ve ne zaman, kaç yıl sonra neremde ortaya çıkacağı belli olmayan bu sinsi, bu kalleş hastalıkla savaşırken de artık yalnız olmadığımı biliyorum.

    Sanırım yakın gelecekte Gazi Üniversite Hastanesi’nden dostların sevgisiyle; bir kez daha iyileşmiş olarak şenliklerle, gönüllerde çalan davullarla, zurnalarla uğurlanacağım. Ama hastanede kalan dostlarımı hiç unutmayacağım. Değerli zamanlarından fazla çalmadan onları ziyaret edip özlem gidereceğim.


     Gazi adına lâyık olan; sağlık ordusunun kahraman askerleri, hepinize selâm olsun. Önünüzde saygıyla eğilirim.

ŞAHİKA GÜNSEL TUĞRUL
26 Aralık 2007
Gazi Üniversite Hastanesi Özel Servis

2 yorum:

  1. Şahika Hanım...ah.Şahika Hanım ah...

    uzunca süredir dişlerim yok...ağzımda "taze kabak çekirdeği kokusu da " yok tabi..

    Sizi ' radyo tiyatrosu günleri' nden beri uzaktan sevdim ben...Ama site arkadaşım olduğunuzu öğrendiğim günden beri "ailemden biri " gibi...uzakta ama gidemediğim- gelemeyen - özlediğim ve çok özlediğim biri gibi...Sanki yirmi yıl önce yitirdiğim annem , sanki trafik kazasına kurban verdiğim ilkokul arkadaşım Gülçin gibi...Yani hem dost, hem akraba , hem arkadaş , hem kardeş gibi sevdim...

    Kötü haber değildi beklediğim..içten içe olacağını bildiğim ama olmasın dilediğim...

    Ruhun şad olsun güzel insan..Işıklar içinde uyuyacağını biliyorum..

    YanıtlaSil
  2. sevgili şahika hanım mekanın cennet olsun nur içinde yat seni unutmayacağız.

    YanıtlaSil